Category Archives: Sürdürülebilirlik

Yeni Bir Yaşam Paradigması: Aydınlanma 2.0

Bugün sorun nedir?

Son yıllarda dünyada yaşanan iklim ve çevreyle ilgili değişimlerin etkileri ve nedenleri birçok kavramla birlikte sürdürülebilirlik kavramını gündeme getirerek, yeryüzünü paylaşan insanların ve kurumların bu sorunla başa çıkabilmek için gerekli önlemlerin tartışılmasının yolunu açtı.

Sürdürülebilirlik kavramı genel anlamıyla belirsiz bir süre boyunca bir durum veya sürecin sürdürülebilme kapasitesini ifade eder (WordNet, 2008). Bu genel anlamıyla sürdürülebilirlik birçok farklı şekillerde algılanabilmekte ve tanımlanabilmektedir. Sürdürülebilirlik, temelde ekoloji ve ekolojik sistemlerin fonksiyonlarını, süreçlerini ve üretkenliğini gelecekte de devam ettirebilme yeteneği olarak algılanmaktadır (Chapin, Torn ve Tateno, 1996: 1017). Dünya kaynaklarının ve çevrenin insan faaliyetleri sonucu tükenme sınırına doğru ilerlediği konusunda artık genel bir görüş birliği bulunmaktadır.

21. Yüzyılın başlangıcı itibariyle küresel ölçekte ekonomik, çevresel ve sosyal krizlerin artışa geçtiğini görüyoruz. Finans, beslenme, yakıt, su sıkıntısı, kaynak kıtlığı, doğal afetler, kitlesel yoksulluk, toplu göçler, köktencilik ve terörizm. Her alanda bozulma başladı. MİT’ten Prof. Otto Scharmer içine girdiğimiz yeni dönemi yukarıda değinilen sorunların toplumların gelişmişlik düzeylerine göre farklı etki yapması nedeniyle “Kırılma ve Ayrışma Çağı” olarak tanımlıyor.

Bugün yaşananlar dünyada modernlik ve sanayi devrimi ile başlayan, Aydınlanma 1.0 diye adlandırdığım gelişmiş batı toplumlarının modern yaşam, düşünce ve davranışlarını şekillendiren alışılmış sistem ve paradigmanın artık sürdürülebilir olmadığını gösteriyor. Aradan geçen iki asırlık süreçte dünya üzerindeki nüfus ve sosyal yapı çok değişti. Hızlı nüfus artışı, aşırı üretim ve tüketim bugün kaynakların hızla tükenmesine ve çevrenin erozyonuna yol açtı. En basit örnek; ülkemizde 50-60 sene önce bir deniz balığı bolluğu yaşanıyordu. Bugün yeni nesil, balık diye akvaryum balıklarını yiyor! Dünya yeni bir yaşam paradigması ve ekonomik sistem ihtiyacının sancılarını çekiyor. Bugün yaşadıklarımız birer semptom. Yalnız bilmemiz gereken bir şey var; Thomas Kuhn’un bilimsel devrimler ve Arnold Toynbee’nin uygarlıkların yükselişi ve düşüşü konusundaki çalışmalarının ardından, bir ekonomik paradigma bir dönemin en büyük sorunlarına yararlı cevaplar sağlayamadığında, toplumun er ya da geç bir geçiş dönemine gireceğini söyleyebiliriz.  

Peki bu duruma nasıl geldik?

Bugün; iklim değişikliğinden toplumsal eşitsizliğe, yapısal ırkçılıktan aşırı tüketime, okyanuslardaki plastik atıklardan gıda israfına kadar karmaşık ilişkiler ağına dayalı problemler, yaklaşık 17.yüzyılda başlayan 19.yüzyılda olgunluğu erişen modernleşme sürecinin, içinde bulunduğumuz yüzyılda dünya üzerinde yarattığı olumsuzlukları diyebiliriz. Aydınlanma 1.0 sürecinde insanlar barbarlık aşamasından, doğal kaynakları hammadde olarak kullanmayı öğrendikleri uygarlık aşamasına geçmişler ve bu dönem insanların değerlerinde, hayat tarzlarında, dillerinde, geleneklerinde, inançlarında ve davranışlarında özetle yaşam biçimlerinde köklü değişikliklere sahne olmuştur. (Bauman, 2003) Bireysel düzeyde geleneksel ahlaki değerlerin baskısından kurtulan insanların, bilinçli birey olmanın getirdiği bağımsız ve özgür düşünme, günlük hayatlarında önemli değişimlere yol açtı. Bunlardan en önemlisi Weber’e göre insanların çalışma ve işyerlerinin ayrılmasıdır. Bu ayrımın ve modernliğin olumsuz yönünü teşkil eden ve liberal düşünürler tarafında oluşturulan ekonomik düşünme sisteminin yol açtığı piyasa ekonomisibırakın yapsınlar bırakın geçsinler” düşüncesinin ürünüdür. Ekonomik düşünme sistemleri toplumların geleceğini şekillendirmeleri bakımından önem taşır. Yeni düzende iki önemli aktör vardır: rasyonel insan ve şirketler. Dolayısıyla yeni dönem bu aktörlerin etrafında şekillenmiştir.

Sidney Teknoloji Üniversitesi öğretim üyelerinden Dunphy ve Benn “Organizational Change For Corporate Sustainability” isimli kitaplarında 19.yüzyılın başında modern organizasyonun ortaya çıkışını bütün bu olumsuz gelişmelerin başlıca tetikleyicisi olduğunu savunmaktadırlar.

Geleneksel firma teorisinde, bir ticari firmanın temel amacı kar maksimizasyonudur. İhtiyaçların ve teknolojinin sabit veri olarak alındığı bir bağlamda, tam rekabetçi bir ortamda ürünün fiyatı ve üretim miktarı, yalnızca karı maksimize edecek şekilde belirlenir.

Bugün özellikle uluslararası şirket diye isimlendirilen organizasyonlar sahip oldukları dinamizm ve kapasiteyle bu amaç doğrultusunda yeryüzü kaynaklarını tüketerek doğayı ve toplumu şekillendiriyorlar. Kurumsal otokrasi ve neo-liberal kuramların baskın olduğu serbest piyasanın değerler sistemi, gezegenin ekolojik dengelerini tahrip ederek, milyonlarca insanı fakirliğe sürüklemektedir (Örnek; Brezilya yağmur ormanları). Doğal kaynaklar kurumsal karlılık için yağmalanırken fabrikaların zehirli atıkları yeryüzündeki canlıların yaşam alanlarını hızlı bir şekilde yok etmektedir. Bu kirlenme Türkiye gibi teknoloji ve sermaye kıtlığı çeken az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde daha da belirgindir. İşte sorun burada; üretim organizasyonlarımızı, mevcut örgütleri yok etmeden, insanlara ve yeryüzündeki diğer yaşama zarar vermeden ve ekolojik dengeyi koruyarak nasıl değiştirebiliriz?

Değişim için ne yapabiliriz?

Bir şeyi değiştirmek için önce onu derinlemesine anlamanız gerekir. Bu değişimde milyarlarca insanın ve yüzbinlerce şirketin hem özne hem de nesne olduğu insan toplulukları söz konusuysa, sistem düşüncesi yaklaşımı en doğru yöntem olacaktır. Başlangıçta söz edilen olumsuzluklar sistemi oluşturan aktörlerin karşılıklı ilişkilerinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla çalışmaya bu ilişkilerin incelenmesiyle başlamak gerekir.

Aydınlanma 1.0 sürecinde ortaya çıkan en önemli olgular, ulus devletlerin ortaya çıkışı, modern şirketin oluşumu ve rasyonel birey ve rekabet kavramıdır. Bugünkü ekonomik sistemin işleyişini bu yapılar belirlemektedir. Ayrıca dünya üzerindeki insan topluluklarının hegemonya mücadelesi de analizlerde dikkate alınmalıdır. Dolayısıyla Aydınlanma 2.0 başlığı altında mevcut yapıların işleyişi tartışmaya açılarak, sürdürülebilirlik amaçlı yeni tanımların tüm insanoğlu tarafından kabul edilmesine ihtiyaç vardır.

Mevcut düzen içinde yukarıda belirtildiği üzere iki önemli aktör var: Rasyonel insan ve rasyonel şirketler. Dolayısıyla değişim yolunda akademisyen ve diğer değişim ajanlarının öncelikli hedefi insanlar olmalıdır. Değişim bireyle başlar. Dünyanın bugün karşı karşıya olduğu karmaşık sorunlara karşı harekete geçmek için mümkün olduğunca çok insana ihtiyacı var. Hepimiz, her gün eylemlerimizle dünyanın işleyişine katkıda bulunuyoruz. Satın aldığımız şeyler, yediğimiz yiyecekler, başkalarıyla ve doğal çevreyle etkileşim şeklimiz: bunların hepsi, insanların gezegen üzerinde bıraktığı kolektif etkiye katkıda bulunuyor. (Anatomyofaction.org)

Bireyle başlayan değişim sürecinin şirketlerde liderlerle devam etmesi lazım. Şirket performansları, borsadaki hisse değerleri, üretim miktarları, büyüme ve kar gibi geleneksel firma teorisinin parametreleri ile değerlendirilmeye devam ettiği sürece statüko devam edecektir. Sürdürülebilirlik gurusu John Elkington, işletmelerin başarılarını yalnızca geleneksel finansal performans (çoğunlukla kâr, yatırım getirisi [ROI] veya hissedar değeri olarak ifade edilir) ile değil, aynı zamanda daha geniş ekonomi, çevre ve faaliyet gösterdikleri toplum üzerindeki etkileriyle ölçmek gerektiğini vurgular.

Üret, tüket, yatırımı büyüt, üret, tüket, israf et döngüsüyle çalışan mevcut piyasa ekonomisi paradigmalarına dayalı ekonomik sistemin, dünya kaynaklarının kirlenme ve yok olma sürecine girmiş olması nedeniyle sürdürülebilmesi mümkün değil. Birbirimizi bindiğimiz arabalarla tükettiğimiz eşyalarla değerlendirdiğimiz bir model anlayışı devam ettiği sürece bugünkü sorunlar ağırlaşacaktır.

Gerçek şu ki artık bir azınlığın ihtiyaçlarından ziyade dünyanın ve geniş kitlelerin ihtiyaçlarını dikkate alacak bir üretim ve bölüşüm sistemine ihtiyaç var. Bugün bu sistemin çok detaylı bir tarifini yapamayız ama sorunlar ortada. En azından neyin yanlış olduğunu ve insanoğlunun hangi eylemlerinin bu sorunlara sebebiyet verdiğini biliyoruz.

“Davranış biçimimizi değiştirmek için önce düşünce biçimimizi değiştirmeliyiz.” Donella Meadows

“Dünyada görmek istediğin değişimin kendisi olun” Gandhi

Derleyen

Serdar Yurdakul
Temmuz 2022

2019 Sona Ererken Şirketlerimizi Etkileyecek Gelişmeler ve Riskler

Bir süredir ekonomimiz dolayısıyla şirketlerimiz üzerinde içsel ve dışsal değişim baskıları artmaya devam ediyor. Şirketler bir vakum içinde yaşamıyorlar, onları ülke denilen bir üst sistemin ve onun da içinde yer aldığı dünya sisteminin bir parçası olarak görmemiz gerek.  Otuz, kırk sene öncesine kadar ülkemiz dışa oldukça kapalı bir sistem görünümündeydi. Kapalı sistemler sistem dışı dinamiklerden daha az etkilenirler. Uygulanan ekonomi politikaları (İthal İkamesi) gereği şirketlerimizin faaliyetleri ağırlıklı olarak iç piyasaya yönelikti. 80’lerde yaşanan liberalizasyon süreci, 90’larda başlayan gümrük birliği anlaşmaları ve akabinde küreselleşme rüzgârlarının etkisiyle ekonomik sistemimiz dış etkilere açık bir hale geldi. Şirketlerimiz artık dış piyasalardaki gelişmelerden daha çok ve hızlı etkileniyorlar. Amerika veya Çin’de yaşanan bir olumsuz gelişme güçlü duruşa sahip olmayan ülkelerin dış dünyadaki rekabetçi konumlarını etkiliyor. Buraya kadar anlattıklarım bilinen şeylerin hikâyesi. Bundan sonra ne olacak? Değişimi okuyabiliyor muyuz? Yaklaşık 10 sene önce başlayan Arap Baharı diye isimlendirilen, aslında bazı ülkelerdeki iç sorunların kaşınmasının sonucunda ortaya çıkan sıcak gelişmeler bugün sınırlarımıza dayandı.  Yine bir süredir merkez egemen ülkelerin çevrelerinde yer alan birçok ülkede toplumsal hareketler başladı. Niye böyle bir çalkalanma başladı okuyabiliyor muyuz? Bütün bunlar neden yaşanıyor? Niye dünya aniden bir çatışma dönemine girdi? Değişimi ne tetikliyor? Buraya kadar sorduğum sorulara verilecek cevaplar şirketlerimizin stratejilerini şüphesiz etkileyecek. Kendi görüşlerimi kısaca aşağıdaki satırlarda özetleyeceğim:

  1. Dünya tarihinde değişimi şimdiye kadar ağırlıklı olarak teknoloji tetikledi. Teknoloji üretim araçlarını geliştirdi, üretim araçları da üretim ilişkilerini etkiledi. Bugün Batıdaki gelişmelere baktığımızda maalesef ülkemizde çoğu kimsenin haberinin bile olmadığı teknolojilerde çok hızlı gelişmeler var. Yapay zekâ ve robot teknolojisinin hızlı bir şekilde üretimi dönüştürmesi sonucunda vasıfsız emeğe ihtiyaç gittikçe düşüyor. Bu saatten sonra çevresel ülkelerin bu birikimi kısa sürede sağlayıp lider ülkelerle rekabet edebilmeleri sadece teorik olarak mümkün çünkü bilim birikimli olarak ilerler, siz arada bir dersi atladıysanız alfabeyi sökmekte çok zorlanırsınız. Teknolojik gelişmeler artık bu ülkelerin bütçelerini zorluyor. Bütçe zorlanınca insanlara iş kuramıyorsunuz. İşsizliğin yüksek olduğu toplumlarda da sosyal huzur eninde sonunda bozuluyor. Hele birde bu ülkeler kıvılcıma hassas vasıfsız genç bir nüfusa sahipse. Bu gelişmeyi bizim durumumuzdaki toplumlar için büyük bir risk olarak görüyorum.
  2. Önemli diğer konuya gelirsek; Dünyada bugün büyük bir deprem yaşanıyor. Bu deprem bildiğimiz deprem değil. Batıda yer alan egemen merkez ülkelerde dikkat çeken ekonomik yavaşlama ve ABD’nin gerileyen askeri hegemonyası nedeniyle süper güçlerin bilek güreşlerinden kaynaklanan deprem. Bir ülke, en güçlü benim bütün pazarlar benim iddiasında. (iphone’un Çinli rakibine uygulanan baskıyı hatırlayın) Diğer bir ülke, “Benim bir buçuk milyar nüfusum var, var mısın benimle bilek güreşine?” diye masaya geliyor. Devlerin güreşi deprem yaratır. Onların yarattığı sarsıntılar bizim gibi “hassas” ülkelerin ekonomilerini ve doğal olarak şirketlerini de etkiler çünkü çimentoları zayıf. Sarsıntısız dönemlerde ancak ayakta kalabiliyorlar.

Özetle, her tarihsel sistemin ortaya çıkışının ardından, kuralları konur, normları yerleşir, sisteme egemen sınıfların beklentilerini karşıladıkları sürece işlevlerini yerine getirirler. Eninde sonunda çıkar ve paylaşım çatışmaları var olan sistemleri zorlamaya başlar. Ülkeler ve nihayetinde şirketler sıkıntıya düşerler. Bu süreçleri sosyologlar döngüsel veya lineer modellerle açıklamaya çalışmışlar. Feodalizmden, merkantilizme ve daha sonra kapitalizme geçerken büyük depremler yaşandı ve şimdi yine böyle bir sarsıntılı sürece girdik. Belki yeni bir üretim ve paylaşım sisteminin doğum sancılarını çekiyoruz. Botu devirmeden bu sallantılara dayanabilen ülke ve şirketler var olmaya devam edecekler, aksi takdirde TV’de sıcak haberlerin konusu olacaklar.

Bize bir şey olmaz ağabicilik!

Tepkisel Yönetim

Otoyolda giderken şiddetli yağmurda insanların arabalarını hiç yavaşlatma ihtiyacı duymamalarını görmek veya çevre yolunda bir kavşağa girerken bile sürücülerin kendilerini bir Formula yarışçısı gibi görmeleri beni böyle bir başlık atmaya itti. Biz bir adım ötesinde yaşayabileceklerimizi düşünmeyi sevmiyoruz. Bu tutum davranışlarımıza yansıyor. Hatta ikaz edenlere de sinirleniyoruz. Genellikle doğu toplumlarına özgü tepkisel davranış biçiminden söz ediyorumTrenler kaza yaptı, insanlar öldü şunlar bunlar eksikti ondan oldu dedik. Binalar çöktü kumunda midye kabuğu vardı dedik!  Türkiye de tarım ve hayvancılık her türlü gerileme belirtileri verirken uzmanları dinleyip, üretimi artıracak çözümleri tartışacağımıza tepkisel çözümlere başvurduk. Ülke borçla yaşar, döviz kıttır.  Her zaman kur riski yüksektir ama ha babam dövizle borçlanırsınız.  Fabrikanızda güvenlik önlemi almayı masraf olarak görürsünüz hatta sigorta bile yaptırmazsınız, bina yanar kim yaktıyla uğraşırsınız. Kazanın bakımı yapılmamıştır patlar ama siz hala niye? Neden? sorgulaması yapmazsınız kim peşinde koşarsınız. Sadece sonuçla ilgilenir işçileri hastaneye taşır, başsağlığı mesajları yayınlarsınız.  İster kişisel yönetim, ister şirket yönetimi, ister ülke yönetimi, insanlar aynı insanlar, bir adım ötesini düşünmeyi veya işi için uzun vadeli plan yapmayı sevmeyen insanlar.  Ama kılıf her zaman hazır. Galiba bizi acılar motive ediyor. Önce acı çekmeden önlem alamıyoruz!

Haşlanan Kurbağa Sendromu

Değişim yönetiminde riskleri ve değişimi öngörememe tutumunu haşlanan kurbağa metaforu ile açıklıyoruz. Kurbağa başlangıçta ılık suyu çok seviyor ama bir gün geliyor kurbağa ölüp gidiyor.  (https://degisimyonetimi.blogspot.com/2012/01/haslanan-kurbaga-sendromu.html bağlantısında yer alan makale ve videoyu izleyebilirsiniz.)  İşte tepkisel yönetim de böyle. Sonucu ya kadere bağlamayı sever, ya da sürekli yangından yangına koşan itfaiyeciye benzer. Özetle tepkisel yönetim planlamayı, analizi önceden önlem almayı sevmez. Sadece yaşanan krizlere çözüm bulmaya çalışır. “Bize bir şey olmaz ağabi”  bizim risk yönetim mottomuzdur.

Öngörüsel Yönetim

Öngörüsel yönetim gelecekte olumsuz bir şey yaşamamak için şimdiden tedbir almaktır. Bu zihniyete sahip insanlar riskleri mümkün olduğunca öngörmeye, hesaplamaya ve gerekli önlemleri almaya çalışırlar. Düşünce, analiz becerisi ve eleştirel bakış açısı gerektirir.  Girişteki örneğe dönecek olursak yağmur yağmaya başladığında hızını 140 km’ den 90 km’ ye düşüren bir sürücü öngörüsel bakış açısına sahiptir. Kavşağa 100 km ile girip son anda frene asılmaz. Bu bakış açısına sahip müteahhit işçilerinin baretini giymesini denetler, zorunlu tutar, bir şey olursa sonuçlarından sorumlu olacağını öngörür. Ülke ve yönetim riski yüksek bir ülkede yaşadığının farkındadır. Şirketini nasıl olsa seçimden önce hükumetler af çıkartır, kolaylık sağlar düşüncesiyle çok ağır döviz borcu altına sokmaz. Çünkü yüksek cari açığı ve borcu olan bir ülkede döviz üzerinden borçlanmanın çok büyük bir risk olduğunu öngörür. Kısa vadeli kazanç motivasyonun uzun vadede yüksek bedeller ödeteceğini ve şirketinin sürdürülebilirliğinin tehlikeye gireceğini bilir.

Özlü Söz: Akıl önemlidir ama onu kullanmak gerekir.

Suçlu aramayalım sistem kuralım

Geçenlerde yine bir tren kazası oldu. Bu olaylara kaza demek doğru mu bilmiyorum. Şimdi yaşanan bu kazaları farklı pencerelerden çağdaş bilim yaklaşımları ile değerlendirmek istiyorum. Hızlı tren ilk seferlerine başladığında içimden eyvah demiştim! Neden? Toplumların gelişme evrelerinde, düşünce sistemleri, bilinç, eğitim, insani gelişmişlik düzeyi, teknoloji, hukuki yapılar ve nihayet toplumun genel gelişmişlik düzeyi birbirinden kopuk ilerlememesi gerekir. Her dönem, her teknoloji, onunla ilişkide olan insanlarda zaman içinde belirli bir bilinç düzeyi ve o döneme özel paradigmalar geliştirir. Dolayısıyla sadece eğitim yetmez, insanların bütün bunların bir arada olduğu sosyalleşme/gelişme süreçlerinden geçmesi gerekir. Bugün gelişmiş diye adlandırdığımız toplumlar, mevcut bilinç düzeylerine kendi icat ettikleri teknolojileri deneyerek, kullanarak birçok aşamadan geçerek ulaşmışlardır. Şimdi bizim için tehlike şurada; bu teknolojileri biz geliştiremiyoruz. Bunları teslim ettiğimiz insanların bilinç düzeyleri ve kurumların çalışma yöntemleri henüz Birinci Sanayi Devrimi düzeyinde. Şimdi Dördüncü Sanayi Devrimi teknolojisini ithal ediyoruz ama yolu yapan taşeronun, trenleri yönlendiren memurların bilinç düzeyi henüz kara tren devrinde. Durum böyle olunca şimdi en büyük korkum ne biliyor musunuz? Nükleer enerji santralleri. Ya adam uyuyakalmışım derse. O zaman da herhalde cezalandırmak için enkaz aralarında suçlu ararız!

Yine tren kazasıyla basında yer alan bilgilerden ve soruşturma ifadelerinden ilgili birimler arasında bir kopukluk görülüyor. Makas değişikliği talimatı verilmişte, bir görevli bu çok riskli demişte, yönetim ısrar etmişte, makasçı unutmuş olabilirim demişte… Ben bu trene birkaç kez bindim demek kendimizi teslim ettiğimiz alt yapı buymuş! Bugün yüksek teknolojinin ağırlıklı yer aldığı bu gibi sistemler karmaşık (komplike) sistemler olarak adlandırılıyor. Kullandığınız trenin teknolojisi ne kadar üstün olursa olsun, ne kadar iyi eğitimli kondüktörleriniz de olsa, sistemin bütününü oluşturan parçalar ve alt sistemler arasında uyum ve işleyiş bütünlüğü olmadığı takdirde sistemden istediğiniz performansı alamıyorsunuz. Buna yaklaşıma modern bilim “sistem düşüncesi” diyor. Bugün İngiltere’de, Amerika’da, Avustralya’da ve daha birçok ülkede kamu görevlileri sistem düşüncesi konusunda eğitiliyorlar. Hatta bazı ülkelerde ilkokul düzeyinde bile eğitim veriliyor. Bu eğitimin amacı sorumluların yaptıkları işi bir sistemin parçası olarak görmelerini sağlamak ve eylemlerinin sonuçlarından sistemin tümünün etkileneceğini göstermek.

Şimdi bütün bunları sürdürülebilirlik kavramıyla ilişkilendirmek istiyorum. Bu konu yine batıda iklim değişikliğinin yaşanılan çevreye verdiği, vereceği zararlar kaygısı yüzünden gündeme geldi. Refah toplumları geleceklerine yönelik bir tehdit gördüler. Bizim durumumuz farklı, henüz toplumun eğitim ve bilinç düzeyi çok düşük. Milyonlarca insan bu akşam ne yiyeceğim diye düşünerek yaşıyor. Çevrenin tahribatı umurunda değil. Zaten belli değil mi? Bizim için öncelik insani gelişmişlik düzeyimizi yükseltmek olmalı ancak bu şekilde yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım hususlarda gelişme sağlarız. Bireylerimizin refahı geliştikçe çevresine ve yaşadığı topluma olan sorumluluk duygusu ve eylemlerinin sonuçları ile ilgili farkındalık/bilinç düzeyleri de gelişecektir. Kurumlarımız sürdürülebilirlik kavramına önem vermeleri güzel bir başlangıç ama bizim modelimizin değişkenleri şimdilik batıdan farklı olmak durumunda.

Son söz: Bir toplumun ileri teknolojiyle tanışması toplumsal ve insani gelişmişlik düzeyiyle eş zamanlı gitmesi lazım. Aksi takdirde bu teknolojiler yaşamsal tehdit oluşturabiliyor.

Ekonomi ne diyor?

Ekonomi eğitiminde kitaplar “kıtlık” kavramı ile başlar. İsteklerimiz ve ihtiyaçlarımız sınırsız, ama kaynaklar sınırlı. Dolayısıyla bütün isteklerinizi aynı anda karşılamak mümkün değil, tercih yapmak zorundasınız. Kaynak kıtlığına rağmen koşulları zorlarsanız bu sefer bazı riskler göze alacaksınız demektir. Riskler gerçekleşirse sürdürülebilirliğiniz tehlikeye girer, duvara toslayabilirsiniz.

Risk diye bir kavram var

Daha fazla üretim yapmak ve işinizi büyütmek için dış kaynaklara (bankalar, yurt dışı finans kaynakları, tefeciler vs.) başvurduğunuz andan itibaren risk kavramı ile tanışmış olursunuz. “Ne yapalım yani kredi almadan nasıl yatırım yapacağız?” diyebilirsiniz. Haklısınız ama aldığınız risk öngörülebilir ve ölçülebilir olması lazım. Yatırım projelerinde fizibilite raporlarının genellikle çok iyimser hedefler taşıdığını çok gördüm. Ne de olsa bu raporların ikna edici olması gerekiyor değil mi? Ama kendinizi kandırmayın ayaklarınız yere bassın. Türkiye’nin ihracatı 5 senede 500 milyar olacakmış diyorlar diye yatırım yaparsanız ihracat 150 milyarda kaldığında sadece kendinize kızın! Jeopolitik ve yönetim kalitesi riskinin yüksek olduğu bir ülkede iş yapıyorsanız bu riskleri finansal faaliyetleriniz içinde hesaba katmanız gerekir. Yoksa “Ne yapalım işler kötü giderse konkordato ilan ederiz” düşüncesi bir risk yönetimi anlayışı olamaz. Bir şirket suni teneffüsle uzun vadeli sürdürülebilirliği yakalayamaz. İşte bu paradigma farklılığından dolayı bizim şirketler üç kuşak zor yaşar, biz de adamların 150 yıllık şirketlerinden mal alırız. Adam 150 senedir aynı işi istikrarlı bir kazançla yapar, kaliteyi bozmaz ve gururla anlatır.

Şirketlerin uzun ömürlü olmasının sırrı ne?

Uzun ömürlü şirketlerin incelendiğinde ortak olan genellikle istikrarlı bir liderliğin devam etmesi, aile şirketlerinde özellikle üçüncü nesille birlikte çocukların babalarının kurdukları işe sahip çıkmaları, devam ettirmeleri ve geliştirmeleri. Değişimi iyi okuyup, temel değer ve yeteneklerini koruyarak gerektiğinde değişen koşullar karşısından iş modellerini ve iş alanını değiştiren firmaların da uzun vadede sürdürülebilir bir yapıya sahip olduklarını söyleyebiliriz.

Bizim mahalle marangozu “Ağabi inşaatçılıkta iyi para var” diyerek inşaat işine girdi. Şimdi marangozhaneden oldu. Ayakkabı firmaları, sütçüler, peynirciler çok para var diye anlamadıkları sektörlere girdiler ve şimdi konkordato ilan ediyorlar! Tabii fırsatları okuyabilmek, risk almak, girişimcilerde ve başarılı iş adamlarında aranan özelliklerdir ama yukarıda yazdığım gibi bu risklere başkalarının paralarıyla giriyorsanız kumar oynamayı seviyorsunuz demektir.

Şirketlerin sürdürülebilirliği ve kurum kültürü

CEO’ lara sorulduğunda %93’ü sürdürülebilirliği kurumlarının başarısı için önemli görüyorlarmış ama hayata geçirmek için nereden başlayacaklarını bilmiyorlarmış. Sürdürülebilirlik bir kavram,  bir disiplin diyebiliriz. Bu disiplini kurum kültürünüze nasıl dâhil edeceksiniz?  Günlük karar ve tercihlerinizde sürdürülebilir bakış açısının etkin olması için nasıl bir yol izlemeniz lazım biliyor musunuz?

Türkiye’de şirketlerin çok büyük bir kısmı KOBİ olarak adlandırılan sınıfta. Bunlar genellikle kurumsallıktan uzak veya sözde kurumsal aile/patron şirketleri. İstatistiklere baktığınız zaman bu şirketlerin çok azının üçüncü kuşağa kadar yaşadığını görürsünüz. Birçok şirket yönetim zafiyeti veya kurucularının vefatı sonunda ömrünü tamamlıyor. Bu nedenle sürdürülebilirlik konusu bizim için çok önemli. Ancak sürdürülebilirlik yolunda yapacağınız çalışmalar birer halkla ilişkiler söyleminden ibaret kalmaması için bu bakış açısının şirket yönetici ve çalışanlarına kazandırılması lazım. Aslında her şey şirketin kültürü ile başlıyor. Peki, nedir bu sürdürülebilirlik kültürü?  Kültür konusuna girmeden önce çok genelleyici bir kavram olan sürdürülebilirliğin tanımı üzerinde mutabık kalmak lazım. 1987 Brutland Raporunda, daha sonra 2000 yılında Bin yıl Bildirgesinde sürdürülebilirlik şu şekilde tarif edilmiş; “Bugünkü nesillerin ihtiyaçlarını, gelecek nesillerin kendi İhtiyaçlarını karşılayabilmelerini tehlikeye sokmaksızın karşılamaya dayanır. Bu kapsamda faaliyetlerimizin çevresel, sosyal ve ekonomik sonuçlarından sorumluyuz.” Tabii bu tanımı aynen alıp uygulamamızın bir anlamı yok, bağlam farklı.  Bu tanım çok farklı öncelikleri olan, gelişmişlik seviyeleri bizden ileride olan toplumların ve şirketlerinin sorunları gözetilerek yapılmış. Ben bu tanımı şirketlerimize şöyle uyarladım: “Bugünkü çalışan ve ortaklarımızın ihtiyaçlarını, şirketimizin gelecekteki çalışan, ortak ve paydaşlarının ihtiyaçlarını riske etmeden karşılamalıyız.” Biz çalışmalarımızı bu tanım üzerine kurmalı ve hangi strateji/ler şirketimizi geleceğe taşıyacaksa onu seçmeliyiz.  Örgüt kültürünün de sürdürülebilirlik gibi birden fazla tanımı var. Akademik tanımlar, paylaşılan değerlere, beklenen davranış ve sembollere referans yapıyorlar. Bir kuruluşun kültürü, en basit ifadeyle işlerin yapılış biçimi hakkında ortak beklenti ve davranışları belirler. Şirketin doğumunda patronundan geçen genetik özellikler zamanla günlük pratiklerle harmanlanıp sürekli yeniden şekillenerek kurumun kültürünü oluşturur. Üyelerine “kim olduğumuz” ve “ne yaptığımız” hakkında bir kimlik duygusu kazandırır. Bu kimliği bir süre sonra otomatik olarak savunur hale geliriz. Sonuçta, insanlar aynı gemide olmadığında, bir hedefe varmak zor oluyor. Eğer sürdürülebilirlik şirketinizin hedeflerinden biri olacaksa, o zaman bu disiplinin çalışanlarınızın davranış ve düşüncelerine yansıması için gerekli insan kaynakları politikaları izlemeniz gerekiyor.

Sürdürülebilirlik kültürü şirketinize ne katkı sağlar?

Sürdürülebilirlik her şeyden önce bir disiplin, hayata bakış konusudur. Şirket kültürünüze bu bakış açısını kazandırabilirseniz orta ve uzun vadede şirketinize dayanıklılık ve esneklik kazandırmış olursunuz. Risklerin düzenli olarak değerlendirilip pozisyon alındığı, süreçlerin ve maliyetlerin sürekli kontrol altında tutulup gözden geçirildiği, inovasyon ve ürün geliştirmenin prim yaptığı şirketler daha başarılı insanları ve yetenekleri bünyelerinde tutabilirler. Artık şirketlerin en önemli varlığı beşeri sermayeleri. Bu tip şirketlerin tanınırlığı, imajı ve marka değeri eninde sonunda artacak ve bu gelişmeler yeni yetenekleri kendine çekecektir.

Peki, sürdürülebilirlik yolunda değişimi nasıl gerçekleştireceğiz?

Önce kurumun tüm fonksiyonlarını temsil eden bir kitleyle sürdürülebilirliğin tanımı konusunda mutabık kalmak ve tehditler hakkında farkındalık yaratmak lazım. Geniş katılımlı toplantılar, herkesin görüşünü paylaşmasını ve değişime katılmasını sağlar. Bu toplantılarda belirlenecek risk ve tehditlere göre uygun stratejiler seçilir. Gelişme aşamasının başlangıcında olan şirketlerle (start-up) ve gelişmiş şirketler için sürdürülebilirlik aynı şeyi ifade etmez. Bu nedenle henüz piyasa oluşturmaya çalışan ve üretim sermayesi peşinde koşan bir firmayla, bu sorunlarını aşmış olgun bir KOBİ’nin sürdürülebilirlik öncelikleri aynı olamaz. Bu çalışmalar firma özelinde yapılabileceği gibi, meslek örgütleri aracılığıyla aynı konuda çalışan firma gruplarıyla müştereken de yapılabilir.

Evet, bir yerden başlamamız gerekiyor. Siz yeter ki geç kalmadan başlayın.

Değerlerin Sürdürülebilir Şirket Olmada Önemi Nedir?

Geçenlerde sinemalarda bir film oynadı, The Post. Bir muhabirin Vietnam savaşı döneminde ABD başkanlarının Amerikan ve dünya kamuoyundan sakladıkları gerçeklere yer veren gizli bir raporu ele geçirmesiyle gelişen olayları konu ediyor. ABD başkanı raporun yayınlanması halinde gazete sahiplerini adalet bakanlığı aracılığıyla vatana ihanetten yargılamakla tehdit ediyor. Yayın kurumu tam o sırada içinde bulunduğu finansal sıkıntıları aşmak için borsaya açılmak ve büyük yatırımcıların desteğini almak üzere. Gazetenin sahibi büyük baskı altında. Ya hükumetin ve başkanın baskısına boyun eğerek ABD halkından gerçeklerin gizlenmesine alet olacak, ya da gazetenin kuruluş misyon ve değerlerini savunan genel müdürünü dinleyerek gizli belgelerin haber yapılmasına izin verecek. Böylece hem yargılanacak, hem de borsa yatırımcılarının desteklerini çekmelerini yol açacak bir sürece girilecek. Daha fazla anlatmayacağım hukukun ve değerlerin önemini görmek için izlemeye değer bir film.

xxx

Kurumlarda her gün bireysel ve organizasyonel düzeyde bir sürü karar alınır.   Çalışanların ve yöneticilerin bireysel olarak verdikleri kararlar,  kendi dünya görüşlerinden etkilenir ve kendileri açısından neyin önemli olduğunu gösterir.  Aynı şekilde yönetim kurulu üyeleri de şirketleri hakkında makro düzeyde kararlar alırlar. Geçmişte yaşanan krizlerde, değerlere bağlı kalınmaksızın alınan etik dışı kararlardan dev şirketlerin düştükleri durumlara hepimiz şahit olduk (ENRON, Siemens, Lehman Brothers,  Arthur  Andersen, Volkswagen, BP vs.)  İşte değerler burada devreye giriyor. Değerlerin esas işlevi kurumun misyonu ve varoluş amacı doğrultusunda karar almasıdır, böylece kurumların sürdürülebilirliğine katkı sağlıyorlar.

Collins&Porras’ın “Built To Last” isimli kitaplarında Amerika’da uzun yaşam eğrisine sahip şirketlerde yaptıkları araştırmada, bu şirketlerin ortak özelliğinin, kurumsal değerlere sahip olmanın şirketleri için iyi bir şey olduğunu anlamış bilinçli liderlere sahip olduklarını göstermişlerdir. Bu liderler kim olduklarını ve yaşam misyonlarının en az ürettikleri malın ve hizmetin kalitesi kadar önemli olduğunu anlamışlardır.  Çalışanların ve liderlerinin etik değerlere sahip olmadığı şirketler, kurumsal bir yapıya sahip olsalar bile bu onlara sürdürebilirlik yolunda avantaj sağlamaz.  Richard Barrett’in de” Building a Values- Driven Organisation”  isimli kitabında da araştırmalara dayandırarak vurguladığı gibi,   ancak üst seviyelerde bilinç düzeyine ve değerlere sahip liderlerin yönettiği şirketlerin uzun vadede yaşama şanslarının olduğunu söyleyebiliriz.

xxx

Bütün olumsuzluklara rağmen yeryüzünde bir avuç bilinçli iş adamı ve akademisyen,  sivil toplum gönüllüsü,  gözü kapalı mevcut durumu sürdürmek yerine,  şirketlerin ve endüstrilerin sürdürülebilir bir yapıya kavuşmaları için mücadele veriyorlar.  Sürdürülebilir bir yaşam ancak bireylerin kendi davranış ve alışkanlıklarında değişimi kabul etmeleri ile başlar.  Mevcut öğrenme süreçlerinde edinilen bilgilerle oluşan dünya görüşleri başarıyı finansal performansla ilişkilendiriyor. Finansal olarak başarılı olamayan yöneticiler ve şirketler kendilerini bu Dünya’da başarısız görüyorlar. Demek ki, bizi motive eden finansal performansımız ve değerlendirilme sistemi mevcut değer setlerinden etkilenmektedir.  Bu değer setleri genellikle bencil,  kısa vadeli ve kar maksimizasyonunu teşvik etmektedir.  Verilen mesaj,  ne olursa olsun çok para kazanmaktır ve bu mesaj hem kurumların, hem de kurumların içinde yaşadığı yeryüzünün sürdürülebilirliğini tehlikeye atmaktadır.

Kurum ziyaretlerinde duvarlarda “Değerlerimiz” başlıklı posterler görüyorum. Bazıları gerçekten çok şık posterler. Ancak değerler süs değildir. Acaba şirket sahipleri ve yöneticileri kritik kararlar alırken bu değerleri ne ölçüde dikkate alıyorlar? Gerçekten zor bir durum. Washington Post’un sahip ve yayımcısı Katharine Graham’ı baskı ve tehditlere rağmen değerlerini savunurken görmek izlemeye değer.