Category Archives: Genel

Deprem sonrası neden aksaklıklar yaşandı?

http://www.pexels.com

Bölünmüşlüğü tanımlamanın birçok yolu var; bunlardan biri de silo deyimi. Kelimenin kökeni eski Yunanca siros mısır saklanan çukur anlamında. Daha sonra tahıl saklanan yüksek kuleler için kullanılan bu kelime 20.yüzyılın ortalarından itibaren nükleer füzelerin yer altında saklandığı depolar için kullanılmaya başlandı. Yönetim danışmanları daha sonra “birbirinden ayrı olarak çalışan bir sistem, süreç, departman vb.” ifadesini ithal ettiler. Verimliliği artırmak için şirketler dikey alt birimlere bölündü. Ortaya çıkan silolar, sistemleri kontrol etmede etkili olsa da bireyler arasında fikir akışını veya iş birliğini teşvik etmede iyi değildi.

İşletmelerde siloların yol açtığı sorunlara daha önce Dünya Gazetesinde yayınlanan “Silo Mantığı Verimsizliği ve Riskleri Artırıyor” başlıklı yazımda değinmiştim. Ancak o yazıda söz konusu olan işletmelerdeki yapısal silolardı. 6 Şubat depremi sonrasında ise sahada geçmişten farklı olarak kurtarma çalışmalarında etkinliği tartışmalı kamu kurumları (AFAD, Kızılay, TSK vs) ve çok sayıda STK gördük. Bu örgütlerin her birinin ayrı liderinin olması çok başlılığa yol açarken, bu liderlerden bazılarının ideolojik/politik amaçlara sahip olmaları, sahada bir liderlik ve yönetim kargaşasına yol açtı. Birbirleriyle iletişimi ve bilgi paylaşımı zayıf, aynı şirketlerdeki gibi farklı liderleri olan silolar ortaya çıktı. Evet, silo deyince genellikle örgüt yapıları aklımıza geliyor ama zihnimizde ve sosyal gruplarımızda da siloların yer alabildiğini ve zihinlerdeki siloların da kabileciliği doğurduğunu bu afette gördük. (AFAD, AHBAP ve biri sürü STK) Enerjinin ve kaynakların küçük gruplara bölünmüşlüğü zihinlerdeki siloları da besledi ve özellikle çok hızlı karar alınması gereken böyle bir bağlamda çalışmaların etkinliğini düşürdü, karar gecikmesi kayıpların artmasına yol açtı.

Yaşadığımız bu acı tecrübeden bir ders çıkarmak gerekirse, gelecekte benzer afetler yaşandığında hızlı ve etkili çalışmalar yapabilmek için silolara bölünmemiş, ekip liderlerinin kaynaklara erişebildiği ve karar alabildiği yatay hiyerarşik yapıda bir örgütlenmeye ihtiyacımız var.

Değişimi Karşılaşılan Sorunlar Tetikler

Antik Yunandan beri insanoğlu yaşamdaki değişimi anlamaya çalışmış, filozoflar zeytin ağaçlarının gölgesinde bu konuda kafa yormuşlar. Henüz modern bilimler ortada yokken yaşamı ve değişimi anlama aracı olarak felsefi bakış açısından yararlanılmış. Orta Çağ diye adlandırılan karanlık dönemde ise değişim teoloji ve ruhban sınıfın söylemleri çerçevesinde anlaşılmaya çalışılmış. 19. Yüzyıla gelindiğinde batıda çoktan sekülerleşen düşünce ve bilim dünyası, değişimi açıklayabilmek için tarih, sosyoloji ve ekonomi bilimlerinden de faydalanarak onlarca model geliştirmişler. Bu çalışmalara başlangıçta özellikle indirgemeci determinist yaklaşımlar hâkim olmuş.  

Şimdi artık Antik Yunan’a kadar geri gitmeye gerek kalmadı, sadece insanlığın çağlar boyunca geçirdiği değişimi anlamak için okullarda baştan başlamak zorundayız. Bunda belki değişimin çok hızlanmış olmasının da rolü var. Bu son cümle aslında bir klişe. Evrimin doğal hızı nedeniyle her çağ bir önceki çağdan daha hızlı yaşanıyor. Çok kısa bir zaman dilimlerinde atalarımızın yaşamları boyunca şahit olamadıkları gelişmelere tanık oluyoruz. Ben bugün yaşadığımız dünyayı bir insanbilimleri laboratuvarı olarak görüyorum. Değişimin sonuçlarının bu kadar kısa zaman dilimlerinde etkisini göstermediği tarihlerde bilim insanları sosyal bilimlerde deneyin mümkün olmadığını savunmuşlar. Bugün durum farklı; faiz sebep enflasyon sonuç tezinin sonucunu çok kısa sürede gördük! Şimdi salgında yaşadıklarımızı mercek altında inceleyelim. Laboratuvarımızda çalışma süremizi salgının başlangıcı olarak alırsak ve yaşadıklarımızı anımsayacak olursak, önce hızlı ölümlerle birlikte evlere kapandık. Bazı sektörlerde başlangıçta hayat durdu. Sonra birden kapımızı kasklı motorcular çalmaya başladılar. Binlerce genç insan kurye olarak iş buldu. Hizmetler ve gıda sektörü hızla internete taşındı. Bu konuda hazırlığı, yatırımı olmayanlar da kısa sürede dijitalleştiler. Bir süre sonra büyük şirketler de eve taşındı. Uzaktan görüşme ve toplantı yapmayı kolaylaştıran yazılımlar zaten bir süredir mevcuttu. Salgının zorlamasıyla bunlarda uygulamalarını hızla geliştirdiler. Okullar, öğretmenler, öğrenciler, doktorlar kısa sürede Zoom uzmanı kesildiler. Zaman içinde bu yeni yaşam ve iş yapma biçimi özellikle İstanbul gibi ulaşımın çok zaman aldığı metropollerde çalışanların işine geldi. Bugün yavaş yavaş normale dönülüyor ancak salgınla gelen ve başlangıçta geçici olarak düşünülen önlemlerin bir kısmı bugün alışkanlığa ve yeni normale dönüştü. İnsanlar tarafından kabullenildi. Artık salgın sonlanmasına rağmen birçok şirkette eskiye tam dönüş yok. Özellikle enerji ve ulaşım masraflarının çılgınca arttığı bugünlerde hibrit diye adlandırılan yeni çalışma modeli tüm tarafların işine geldi diyebiliriz.

Bu süreçte yaşanılanlardan nasıl bir sonuç çıkarabiliriz? İnsanlar ani bir değişimle karşılaştıkları zaman önce bir şok yaşıyorlar ve savunmaya çekiliyorlar. İlk günlerde marketlerdeki makarna ve unların talan edilmesi bu şok olgusunun bir sonucuydu. Daha sonra yaşanılan zorluk ve tehditlere karşı araçlar geliştirmeye çalışıyorlar. Bunları silah veya teknoloji olarak adlandırabiliriz. Bu araçlar mevcut alışkanlıklarımızda değişim getiriyor. Artık yüz yüze yapılan toplantılar yerine ekranda oturma odamızdan altı pijama üstü gömlek toplantıya katılıyoruz ve buna alıştık. Teknoloji zaman içinde yeni kurallar ve standartlar getiriyor. Yeni kurallar normları etkiliyor, davranışlarımızı değiştirmek zorunda kalıyoruz. Burada Marx’ın alt yapı kavramının belirleyiciliğini görüyoruz. Zaman içinde mevcut kültürle iç içe giren yeni yaklaşımlar sistemin mevcut üyeleri üzerinde bir denetleme işlevi görürken, sisteme yeni katılanların da sosyalizasyonuna katkıda bulunuyor. Bu aşamada da üst yapının alt yapı üzerindeki gecikmeli etkisini ve karşılıklı etkileşimini görüyoruz.

Özetle insanlar çağlar boyunca bir tehditlerle karşılaştıkları zaman önce savunmaya geçmişler ondan sonra karşılaştıkları sorunu bertaraf etmek için yeni araçlar yaklaşımlar geliştirmişler. Yeni araç ve uygulamalar insanların davranışlarını ve alışkanlıklarını değiştirmiş böylece biriken bilgi zamanla düşünce yapıları üzerinde etkili olmuş.

İş hayatına evden çalışarak başlayan nesillerin ilişki kurma biçimleri, düşünce yapıları ve alışkanlıkları mutlaka bundan önce her gün ortalama 25-30 km araba kullanmak zorunda olan ebeveynlerinden farklı olacaktır. Bundan sonra da hep böyle olacak. Savaşlar, krizler, iç çatışmalar, salgınlar birbirini izleyecek. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. İşte buna değişim diyoruz.

Şirketlerde Kriz Sürecinde Değişimden Etkilenecek Alanlar-2

13 Mart 2021 tarihli Dünya gazetesinde aynı başlıkla yayınlanan yazımda, teknolojinin önümüzdeki dönem şirketlerimiz için önemine, oynayacağı role ve dikkate alınması gereken bazı hususlara değinmiştim. Bu yazımda ise, salgının tetiklediği değişimin iş organizasyonu ve çalışanlar üzerindeki etkisine değinmek ve bazı olumsuzlukları aşabilmek için yapılması gerekenleri vurgulamak istiyorum.

Öncelikle şunu söyleyebilirim; Şirketler 19.yüzyılın sonunda yaşadıkları radikal değişimden sonra şimdi tekrar hızlı bir değişimle karşı karşıyalar. İngilizce VUCA olarak adlandırılan bu ortamın özelliği belirsizlik ve öngörülebilirliğin ortadan kalkması. Yeni teknolojilerin sağladığı yüksek bağlantı ve erişim imkânı, düşük işlem maliyetleri, otomasyonun hızlanması, yeni neslin değişen demografik özellikleri ve beklentileriyle bir araya gelince, şirketlerimizi artık 20. yüzyıla hakim tepeden yönetim ve kontrol paradigmalarıyla yönetemeyeceğimiz aşikâr. Bu kısıtlı alanda organizasyonlarda hâkim olacak dört yeni özelliği vurguladıktan sonra salgının çalışma şeklimizde yaptığı değişikliklere ve bunun çalışanlar üzerinde yaratacağı etkilere değineceğim.

Birçok insanın çalışma yeri, tarihsel olarak ofis olmuştur. Kişisel alanlardan ayrı, insanların işlerini verimli bir şekilde yapabilmeleri için gerekli tüm mobilya ve teknolojiyle donatılmış ofisler, insanların çalışmak için bir araya geldiği bir toplanma yerleri oldular. Bir süre önce başlayan uzaktan çalışma trendi COVID-19 sırasında önemli ölçüde değişti. Kuruluşlar, nerede ve ne zaman çalışılacağı konusunda çalışanlarına artık daha esnek davranmaya başladılar. Teknolojinin sağladığı imkanlarla zaman ve mekâna bağlı olmayan bir çalışma düzenine doğru gidiliyor. Pek çok insan artık işini evlerinden, kafelerden, esnek paylaşımlı ofislerden hatta yazlıklarından takip ediyorlar. Hibrit ismi verilen bu modele krizin de zorlamasıyla talep arttı. Çalışma modeli değişimine gidilirken şirketlerde öncelikle işlerin sürdürülebilirliği dikkate alındı. Bu kararlar alınırken insan faktörü ile ilgili bazı kritik hususlar şimdilik göz ardı edildi.

Şirketlerde amaç verimliliktir. Bu nedenle şirket liderlerinin yeni çalışma modellerini seçerken üretkenliği etkileyen unsurları da dikkate almaları gerekir. Üretken çalışmanın temelinde enerji yatar. İnsanlar olumlu bir ortamda yaşadıklarında kendilerini daha enerjik ve üretken hissederler. Yorgun veya stresli olduklarında üretkenlikleri tükenir ve çalışma alışkanlıkları bozulur. Konsantrasyon gerektiren birçok iş için odaklanma önemlidir. Bağlam, yani çalışma yeri ve zamanı insanların odaklanmasına izin verdiğinde, son derece üretken olabilirler. Bağlamları rahatsız edici olduğunda ve dikkatleri dağıldığında odak noktaları zarar görür. İşin bu başkalarından bağımsız çalışma özelliklerinin dışında, ekip çalışması gerektiren görevler vardır. Bazı görevler, diğerleriyle önemli bir koordinasyon gerektirir. Ekip üyeleri birbirleriyle akıcı bir şekilde iletişim kurabildiklerinde hedef odaklı ve verimli olabilirler; bu uyum bozulduğunda takımlarda işleyiş bozulur. Ayrıca yenilikçi fikir üretilmesini sağlayacak şekilde iş birliği yapılmasını gerektiren işler ve görevler de vardır. Yer ve zaman bağlamları bu iş birliğinin önünde engel yaratırsa, üretkenlik zarar görebilir. İnsanlar direnebilir ve iç çatışmalar çıkabilir. Yeni fikirleri ve yeni dünyaları insanların birbirleriyle kaliteli iletişimlerinin inşa ettiğini unutmayalım. Odaklanma, ekip üyeleri arasında koordinasyon ve iletişimin dışında, evden ve uzaktan çalışmanın moral & motivasyon, sosyalleşme, performans yönetimi ve geri bildirim hususlarında da, “yeni normal” in liderlerden beklentileri yüksek.

Unutmayalım! “İnsan sosyal bir varlıktır” Aristoteles

Ofisler eve taşınırken…

Bizim nesil (Baby boomer kuşağı) çok şanslı. Şimdiye kadar birçok önemli değişime şahit olduk. Siyasi çalkantıların dışında iş yaşamında da bir sürü hızlı değişim şu son 40 senelik süreçte yaşandı. Ofislerde önce daktilolar ve mekanik otomasyon, sonra bilgisayar terminalleri, daha sonra PC’ler ve internet, son olarak da bir sürü özel yazılım, bunların hepsiyle çalıştık. Hatta bugünlerde bulutta bile izimiz kalıyor! İçimizden biraz daha şanslı olanlar yakın gelecekte hologramla iletişim kurup toplantı yapma deneyimi de yaşayacaklar. Ben iş hayatına başladığımda bizi önce daktilo kursuna gönderdiler. Amerikan yardımıyla gelen daktilolarda “kara kara kargalar karlı tarlaları kovalar” diye yazarak 10 parmağı kullanma becerisi kazanmaya çalıştık. Şirket merkezinden başka bir yere çalışmaya giderken her türlü malzemeyi yanımızda taşımak zorundaydık. (Yönetmelikler, prosedürler, uygulama kitapları, önemli mektuplar vs.) Bunlar için ayrı bir bavul daha taşımak gerekiyordu. İş raporları 3,4 kopya yazıldığı için, aralarına önce karbon kağıtları konur sonra daktilonun şaryosuna takılırdı. Bu işlem ciddi bir beceri ve deneyim gerektiriyordu. Kağıtlar düzgün takılmazsa yazınız aşağıdaki kopyalara bozuk ve yamuk çıkıyordu. Yazarken bir de tapaj hatası yaparsanız felaket, dünyanın sonu! Bütün kağıtları açarsınız özel daktilo silgisiyle hatalı cümleyi harfi silmeye çalışır sonra üzerine tekrar doğrusunu isabet ettirmeye çalışırdınız. Bunların hepsi, tecrübe, beceri ve sabır gerektiren şeylerdi. Bazen iki saatte yazdığınız yazıyı çöpe atar hepsini baştan yazmak zorunda kalırdınız çünkü daktilolarda “delete” tuşu yoktu!

Aslında 20.yüzyılın başından 1980’lere kadar ofislerin mimari düzeni ve kullanılan malzemelerin farklılaşması dışında, dolap masa gibi eşyalar çok değişmedi. Önce tahta dolap ve masalarımız vardı sonra bunlar saçtan yapılmaya başlandı. Çok yakın tarihlere kadar çalışırken kullandığımız bütün malzemeler (klasör dolapları, daktilolar, dosyalar, not kağıtları, kalemler, silgiler, delgeçler, tel zımbalar ve cetveller) ofiste olduğu ve tüm kararların tepedeki bir yönetici veya patron tarafından alındığı için her sabah erkenden kalkıp ofis diye adlandırılan çalışma mekanlarımıza gidiyorduk. Bu aynı zamanda kontrole ve otoriteye dayanan bir yönetim paradigmasına göre bir zorunluluktu. Çalışanlarının işe geliş gidiş saatlerini kendilerine has yöntemlerle kontrol eden yöneticilerimiz vardı. Ofiste farklı bölümler arasında yoğun bir kurye ve evrak trafiği olurdu. Hatta büyük iş yerlerinde özellikle bankalarda bu işle görevli ofis kuryeleri çalışırdı. İletişim bu şekilde sağlanırdı. (Microsoft Exchange’in ilk sürümü!) Çalışma araç gereçlerinin ofiste olmasının dışında yöneticimizle, ekibimiz ve arkadaşlarımızla iletişim kurmanın ve toplantılara katılmanın tek yöntemi yüz yüze görüşme olduğu için fiziki olarak ofise gitmek zorundaydık. Karda, kışta, her ahvalde…Niye eskinin kısa bir hikayesiyle başladım? Başladığınız noktayı bilemezseniz yaşanan değişimi ölçemezsiniz.

Covid-19’la birlikte bir zorunluluk olarak ofisler eve taşındı, hem de bir gecede! Dünyada milyonlarca insan ertesi sabah işine evden başladı. Peki bu değişimi ne sağladı? Salgın, bir dışsal tetikleyici olarak şirketleri ve çalışanları uzaktan çalışmaya zorladı ancak bu önemli değişimi sağlayan ise teknoloji. Şimdi yukarıda saydığım tüm ofis gereçlerinin yerinde tek bir araç var: bir kişisel bilgisayar. Üstelik çanta gibi gittiğimiz her yere taşıyabiliyoruz. Ofis bir çantanın içine sığıyor. Artık fazladan bavul taşımaya da gerek kalmadı. Peki şimdi bu teknoloji olmasaydı ve bu salgına yakalansaydık ne olacaktı? Çok büyük ihtimalle ağlaya ağlaya iş yerlerimize gidecek ve daha büyük bir zayiatla karşılaşacaktık. Tıpkı yüzyıl önce yaşanan İspanyol gribinde olduğu gibi. Birinci dünya savaşı sonundan 20’lerin başına kadar şiddetli bir şekilde süren İspanyol gribi yaklaşık 50 Milyon insanın ölümüne yol açtı. Bu şok sırasında kadınlara iş hayatında daha fazla ihtiyaç duyuldu ve salgın sona erdiğinde kadınlar özellikle “daktilo” ismiyle bilinen meslekle iş hayatında daha fazla görülmeye başlandılar. İspanyol gribinin tetiklediği değişim toplumda kadınların daha aktif görevler almasını sağladı. Aynı şekilde bugün Covid-19 diye tanıdığımız ölümcül virüs daha fazla insanı evden çalışmaya zorluyor. Görünen o ki bu salgının yol açtığı toplumsal sonuç bundan böyle daha fazla sayıda insanın evden çalışacağı ve bu değişimin kalıcı olacağı. Teknolojinin sağladığı imkanlarla mekân ve zamana bağlı olmayan bir çalışma ortamına doğru gidiyoruz. Bu değişimin, yaratacağı domino etkisiyle önümüzdeki dönemde başka alanlarda da değişimleri tetiklemesi ve bugün öngöremediğimiz sosyo-ekonomik yansımaları olması muhtemeldir. Acaba bizi ev ve iş sınırının ortadan kalktığı bir yaşam mı bekliyor?

Alt yapı üst yapıyı belirler – Karl Marx

Şirketlerde Kriz Sürecinde Değişimden Etkilenecek Alanlar-1

Yaşadığımız son kriz nedeniyle alınan önlemler şirketlerde özellikle şu üç alanı etkiliyor: üretim ve hizmet teknolojisi, işlerin organizasyonu ve insan kaynakları yönetimi. Bu yazımda yeni teknolojilerin, şirketlerimiz ve ülkemiz üzerindeki etkisine son defa olarak değineceğim. Aslında daha önce farklı yazılarda aktardığım düşüncelerimi özetlemek istiyorum: Teknoloji önümüzdeki dönem tüm toplumları derinden etkilemeye devam edecek. Bir süre önce Dördüncü Sanayi Devrimi ismi altında başlayan teknolojik ve dijital değişimin hızını COVİD- 19 salgını daha da artıracak. Şimdiye kadar dijitalleşmeye yeterli öncelik vermeyen yöneticiler de salgının verdiği zarar nedeniyle, bakış açılarını değiştirmek zorunda kalacaklar.

Gelişmekte olan ekonomiler için esas kritik husus ise ülkenin insan kaynağının durumu. Dünyada emek ve fiziksel güç ile para kazanan insan sayısı her geçen gün azalıyor. Robotlaşma özellikle en alt gelir grubunda yer alan düşük eğitimli ve düşük vasıflı kitleleri tehdit ediyor. Türk sanayisi birkaç istisna dışında- ki bunlar toplam içinde %5’i geçmez- orta derecede gelişmiş bir teknoloji ile üretim yapmaktadır. Bu durum şimdilik düşük vasıflı ve düşük eğitimli binlerce insana iş imkânı sağlamaktadır. Yakın bir gelecekte başta otomotiv sanayi olmak üzere, bazı ürünleri Türkiye’de emek ucuz olduğu için ürettiren ülkeler bu ürünleri kendi ülkelerinde robotlara ürettirdikleri takdirde- en azında yaptıkları milyarlarca euroluk yatırımlarının arkasında böyle bir stratejik düşüncenin yattığını biliyoruz- emek yoğun ihracat sektörlerinde çalışan binlerce yetersiz eğitimli ve düşük yetkinlik düzeyine sahip çalışanın işsiz kalması riskiyle karşılaşabiliriz. Bu gelişmeler karşısında özellikle rekabetçi piyasalara ihracat yapan Türk şirketleri isteseler de istemeseler de üretim maliyetlerini düşürecek yeni çözümlerin arayışı içinde olacaklar. Şimdilik bu konuda adım atan sınırlı sayıda büyük şirket bu dönüşümü yine yabancı teknoloji sağlayıcı şirketler aracılığıyla yapıyorlar yani yine ithalat, yine dışa bağımlılık. Burada anlatmak istediğim şu; şirketlerimiz maliyet düşürmek ve verimliliği artırmak amacıyla yabancı araç gerece yatırım yaptıkça aslında dış etkenlere daha açık hale geliyorlar. Bu cihazların bakımı, yazılımların güncellenmesi, yenilenmesi, sarf malzemeleri vs. bunların hepsi devamlılık arz edecek maliyetler demektir. Bu dönüşüme girerken maliyet analizinin çok dikkatli yapılması ve bu sistemleri sürdürülebilirliği için yapılacak harcamaların üretim maliyetlerinde hafife alınmaması gerekir. Dijitalleşme ve otomasyon bu sistemleri kendileri üreten Almanya, Çin gibi ülkeler için ciddi bir maliyet avantajı sağlayabilir ama bizim gibi bunların çoğunu pahalı dövizle ithal etmek zorunda kalacak şirketlerimiz, ileriye yönelik baştan fark edilmeyen başka maliyetlere göğüs görmek zorunda kalabilirler. Bu yazımı bir, iki hususa daha dikkat çekerek kapatmak istiyorum. Sistem ve proje geliştirme alanında çalıştığım uzun senelerin bana öğrettiği en önemli husus ihtiyaç analizi aşamasına yeterli önem vermeyişimizdir. İhtiyaç analizi, teknik analiz bu tip dijitalleşme projelerinin başlangıcındaki en önemli safhalardır. KOBİ’lerimizde genellikle bu çalışmaları yürütecek yeterli sayıda deneyimli personel çalışmadığı için bu hizmet genellikle sistem çözümünü sağlayan firmalardan alınıyor. Sistem firmalarının önerileri de genellikle pazarladıkları sistemlerin kapasite ve yetenekleri ile sınırlıdır. Dolayısıyla projeniz sizin ihtiyaç analizinize uyması gerekirken bir bakıyorsunuz süreçlerinizi kuracağınız sisteme uydurmak zorunda kalmışsınız! Ayrıca her sürecin öncelikli olarak robotlaşma/dijitalleşme projenizin hedefine girmesi gerekmiyor. Bu kapsamlı bir kar/zarar analizi sonucunda verilmesi gereken bir karar. Değişim için değişim olmaz…

Değişim tetikleyicisi olarak bilişim teknolojileri

24 Kasım’da bu sene on-line olarak düzenlenen Bloomberg  BusinessTurk  etkinliğini izledim. Yerli yabancı akademisyenler ve teknoloji sağlayıcıları deneyimlerini ve vizyonlarını izleyicilerle paylaştılar. Her zaman inandığım üzere teknoloji toplumsal ve kurumsal değişimin en büyük tetikleyicisi olmaya devam ediyor. Virüs salgını bu sürecin daha da hızlanmasına yol açtı. Kurumlar hizmetlerinin aksamaması ve iş kaybını azaltmak için dijital dönüşüm projelerine öncelik vermeye başladılar. Bu gelişmeler, özellikle bilişim teknolojileri alanında çalışanlara büyük fırsatlar sunuyor. Strateji çalışırken SWOT analizinde fırsatları sorarız; özellikle son iki senedir “Hocam ne fırsatı, öldük bittik” cevabı çok yaygındı. Bu sefer bu sorgulamanın mantıksız olmadığına katılımcıları dinleyince ben de daha çok inandım. Teknoloji, özellikle bilişim sektöründeki gelişmeler zincirleme yaratacağı kaldıraç etkisiyle diğer sektörlerinde önünü açıyor ve fırsatlar yaratıyor.  Ancak burada özellikle küçük ve orta boy şirketlerin dikkat etmeleri gereken önemli hususlar var. Türkiye’de teknoloji piyasası satıcı ağırlıklıdır. Bu tip yatırımlar yapmadan önce şirketlerde ihtiyaç analizleri yapılması gerekir. Bu analizler yapılırken şirketlerin iş hacmi, işlem sayıları, müşteri çağrıları vs. gibi istatistiklerin dikkate alınması gerekir. Bir işletmeyi günde 5 kişi arıyorsa otomatik cevaplama yazılımı yatırımı yapmak yerine belki bu işle görevlendirilecek bir kişiye yönlendirme yapılması çok daha basit ve ucuz bir çözüm olabilir. Firmalar ihtiyaçlarının detaylı analizini yapabilecek bilgi ve organizasyona sahip olmadıkları için bu yatırımların kapsamını genellikle teknoloji sağlayıcılara bırakırlar, onlara güvenirler. Bu yaklaşım sonucunda ihtiyacı tam karşılamayan veya firma için ihtiyaç fazlası yatırımlar ortaya çıkar. Bu bir iş organizasyonu ve planlama konusudur. Daha büyük daha akıllı sistemlere yatırım iş hacmine ve karlılığa orantılı yapılması gerekir. Her şeyden önce bilişim teknolojileri yatırımı öncelikle bir finans konusudur. Dijital dönüşüm yatırımları firmaların finansal metriklerine olumlu katkısı olduğu takdirde yapılması gerekir. Aksi takdirde operasyonlarına kolaylık sağladığını düşündüğünüz çoğu ithal; yazılımlar, otomasyon sistemleri, robotlar, size hesaba katmadığınız işletme giderleri çıkarabilir.

Özetle, teknoloji ve IT yatırımı yapmak ciddi bilgi ve araştırma gerektirir. Bu araştırma ve analizleri firmalar öncelikle kendi içlerinde yapmalıdırlar. (Kaynağınız varsa danışmanlık hizmeti de alınabilir) Başlangıçta yapılması gereken en önemli iş gerçekçi bir ihtiyaç analizi ve bu analize dayanacak fayda-maliyet analizi çalışması yapmaktır. Elde edeceğiniz operasyonel verimlilik artışını finansal değerlerle savunabilmeniz gerekir. Bu çalışmalar sırasında firmaların yapması gereken diğer önemli bir araştırma da piyasada benzer yatırımlar yapmış firmaların tecrübelerinden yararlanmaktır. Ülkemiz bilişim teknolojileri açısından ağırlıklı olarak tüketici ülke konumundadır. Teknoloji çözümleri sunan firmaların en önemli hedefi temsil ettikleri yabancı firmaların ürünlerini satmaktır. İhtiyaçlarınızın doğru analizini yapamaz ve yatırımlarınızı gerçekçi fizibilite hesaplarına dayandırmazsanız hiç ummadığınız maliyetlerle karşılaşır ve beklediğiniz finansal getiriyi elde edemezsiniz.

Sorgulama ve Diyaloğun Tam Zamanı

Bazı olumsuz sağlık göstergeleri sonunda doktora gittiğinizde size “yaşam şeklini, alışkanlıklarını ve davranışlarını değiştirmezsen ölürsün” derler. Buna olumsuz vizyon yaratma diyoruz. Doktorların bu şekilde konuştukları hastaların ancak %10’u davranışlarını değiştirebiliyormuş. Aynı şekilde şirketlerle ilgili yazdığımız yazılarda da genellikle olumsuz vizyon yaratmayı alışkanlık haline getirmişiz. Bizlere öğretilen geleneksel sorun çözme yaklaşımı bizi öncelikle bir kurumda nelerin aksadığına, nelerin yanlış yapıldığına odaklanmamıza yol açar. Özetle hep hatayı ve hatalıyı ararız. Bu yaklaşıma alternatif olarak son senelerde olumlu vizyon yaratmaya yönelik “olumlu sorgulama” gibi pozitivist yaklaşımlar her geçen gün daha fazla taraftar toplamaya başladı. Bu yöntem sistemin içinde mevcut olan “doğrulara” odaklanıyor. Suçlu aramıyor. Bir değişimde suçlu arayan yaklaşımlar ister istemez direnç yaratır. Önemli bir değişim karşısında insanı kazanamazsanız başarılı olamazsınız bunun da yolu önce insanı kazanmaktan geçiyor. Doğrudan konuşmanın veya olumsuzluğu göstermenin davranışların değiştirilmesinde başarı oranı çok düşük. Demek ki bu güvenebileceğimiz bir yaklaşım değil. Acaba kişileri ve kurumları ölümle korkutmak yerine olumlu bir vizyon göstersek nasıl olur? Batarsınız demek yerine, “şu tavsiyelerimizi uygularsanız %20 büyürsünüz” veya “İstanbul maratonunu seneye tamamlayabilmemiz için neler yapmalıyız?” gibi mesajlar versek; sonrada bu hedeflere ulaşabilmek için ne yapmamız gerekiyor diye sorgulasak…

xxx

Bugün bazı ekonomik sıkıntılar yaşanıyor. Şirketlerimizin bir kısmı finansal olarak dar boğazda. Sorunların bu boyuta gelmesinde dışsal etkenler olduğu gibi elbette içsel etkenlerde var. Bu şirketlerin çoğunda kurumsallaşmış süreçler bulunmadığı günlük ve anlık kararlarla yönetildikleri için bu etkenleri bazı yanlış uygulamalar ve alışkanlıklar diye isimlendirebiliriz. Ancak bu şirketlerin bazılarının bugün bulundukları nokta ülkemiz koşullarında bir başarı hikâyesidir. Bu hikâyeyi yazarlarken mutlaka yanlış uygulamaların yanında doğru şeyler de yapmışlardır. Bu şirketlerin çoğunun kendi kurucu kültürlerinden gelen zayıf yönleri olduğu gibi güçlü yönleri ve yetkinlikleri de vardır. Şimdi yaşanan sıkıntıları sorgulama zamanıdır. Bu sorgulamayı yapmazsanız çözümü metafizik dünyadan bekliyorsunuz demektir. Bu sorgulamanın sonunda bir değişim ihtiyacı teşhisi çıkarsa ya değişeceksiniz ya da öleceksiniz! Peki, bunu nasıl yapacaksınız? Önce her şeyi ben bilirim yaklaşımını bırakacaksınız. (Ülkemizdeki patron liderlerin maalesef en olumsuz özelliği budur) Benden başka birileri de bu şirkette bir şeyler biliyordur diye düşünmeye başlayacaksınız. Yanınızda çalışanları toplayacaksınız, onları da dinleyeceksiniz. Bunu yapmanın bir sürü yöntemi var ama KOBİ’lerin çoğunda iyi kötü bir toplantı odası vardır. Başlangıçta orayı bile kullansanız yeter. Çok fazla şeye ihtiyacınız yok, biraz boş kâğıt, güzel bir çay ve pasta yeterJ Şimdi birbirinizle diyaloğa girin, önce mevcut durumun gerçekçi bir resmini çekin birbirinizle paylaşın herkes mutabık kalıncaya kadar tartışın. Söylenenleri, önerileri bir kâğıda yazın. Ben kafada tutarım demeyin bu doğru bir yöntem değildir. Sonra arkadaşlarınızı dinlemeye devam edin. İnsanlar birbirlerine güvenmeye başladıkça daha çok açılacaklardır. Evet, bu yazıda buraya kadar, gelişme küçük adımlarla başlar. Başlangıçta dedim ya davranışları değiştirmek zor diye. Lütfen değişim için çaba sarf edin, yoksa işler kötüye gidecek…

Dördüncü Sanayi Devrimi ve İnsan Kaynaklarına Etkisi

Dördüncü sanayi devriminin yol açacağı değişimin birçok iş alanında yıkıcı değişime neden olacağı tahmin ediliyor. Bu endüstrilerdeki iş modellerinin gözden geçirilmesi sonucunda ister istemez çalışma hayatı ve işlerin yapılış biçimi de etkilenecek. Bugün batıda revaçta olan birçok meslek 10 sene evvel konuşulmuyordu. Dünya Ekonomik Forumu (WEF) tarafından hazırlanan ve ülkemizi de kapsayan The Future of Jobs” başlıklı rapora göre bugün ilkokul tahsillerini yapmakta olan çocukların %65’inin gelecekte bugün henüz adı konmamış mesleklerde çalışacakları öngörülüyor. Böyle hızla gelişen bir istihdam ortamında, gelecekteki beceri gereksinimlerini, iş içeriği ve bu eğilimin toplam istihdam üzerindeki etkisini tahmin etme ve hazırlanabilme yeteneği, hükumetler, işletmeler ve bireyler için giderek daha fazla önem kazanıyor.

İş Hayatı Nasıl Etkilenecek?

Bugün bile yapılan işlerin %30’unun makineler tarafından yapılabileceği konuşulduğuna göre yakın gelecekte daha fazla işin makineler tarafından yapılacağını iddia etmek kâhinlik olmaz.  Teknoloji, kişisel yaşamlarımızın verimliliğini ve zevkini artıran yeni ürün ve hizmetleri sunmaya devam edecek. Yemek ve taksi siparişi vermek, uçuş rezervasyonu yaptırmak, ürün satın almak, ödeme yapmak, müzik dinlemek, film izlemek veya oyun oynamak gibi şeylerin hepsi artık uzaktan yapılabiliyor. Şimdiden bazı bankalarımızda şubelerinde yapılan işlemlerin oranı %15’e kadar düşmüş. Dünya Ekonomik Formu tarafından yayınlanan bir yazıda ekonomistler Erik Brynjolfsson ve Andrew McAfee son devrimin özellikle iş gücü piyasalarını bozarak daha fazla eşitsizliğe yol açacağını iddia ediyorlar. Otomasyon, zamanla ekonominin tamamında iş gücünün yerine geçeceği için, işçilerle makinelerin net olarak yer değiştirmesi, sermayenin getirisi ile sermayenin geri dönüşü arasındaki boşluğu daha da kötüleştirebilir. Öte yandan, çalışanların teknoloji ile yer değiştirmesinin, güvenli ve ödüllendirici işlerde net bir artışa yol açması da mümkündür. Bu noktada şimdiden hangi senaryonun ortaya çıkacağını öngöremeyiz.  Ancak, ben şahsen bir şeye ikna oldum. Gelecekte, üretimin kritik faktörünü sermayeden ziyade, yetenek temsil edecektir. Belki de ekonomistlerin üretim fonksiyonlarını gözden geçirmeleri gerekecektir. Bu durum,  giderek “düşük beceri / düşük ücret” ve “yüksek vasıflı / yüksek maaşlı” şeklinde bölünmüş bir iş piyasasına yol açacak ve bu da sosyal gerilimlerde artışa neden olacaktır. Bugün Amerika’da bu yüzden ciddi tartışmalar yaşanıyor ve iş hayatında çalışanlar arasında oluşmaya başlayan ücret uçurumundan şikâyet ediliyor. Öngörüldüğü gibi düşük eğitimli ve düşük becerilere sahip işçilere olan talep azalırken, yüksek vasıflı işçilere talep artışı yaşanıyor.

Etkilenen meslek ve beceriler

Image-1Dünya Ekonomik Forumu’nun  “İşlerin Geleceği – Future of Jobs”  adlı raporuna göre, 2020’ye kadar, işçilerin üçte birinden fazlasının yeni becerilere ihtiyaçları olacakmış. İşe göre değişmekle birlikte temel bir beceri olarak “karmaşık problem çözme” en fazla aranan beceri olacağı öngörülüyor. Bu süreçte özellikle ofis ve idari işlerde çok büyük bir dönüşüm yaşanacağı belirtiliyor. Bu alanlarda istihdam azalırken, bilgi işleme teknolojileri, mühendislik ve matematik alanlarındaki işlerde ise artış yaşanacağı öngörülüyor. Google’ın en son ofis asistanı uygulamasını izleyince adamların söylediklerini hayata geçirdiklerini görmüş oldum. İmalat ve üretime yönelik pozisyonlarda da bir düşüş var.Bu alanlarda sağlanan otomasyon verimlilik artışı sağlıyor. Düşük ücretli, el işçiliği gerektiren işlerde bir süre daha insana ihtiyaç duyulacaktır. Bu rolleri tamamen robotlaştırma zaman alacaktır. En büyük risk, düşük gelirli, tekrara dayalı el işçiliği gerektiren pozisyonlarda. Gelecekte düşük ücretli çalışanların el işçiliğinden ziyade daha fazla gözetim ve denetime yönelik çalışacakları, fiziken belki daha az yorulacakları ama işlerin sıkıcılığı nedeniyle daha fazla gerilime maruz kalacakları belirtiliyor.

Otomasyondan kaçış yok. Dördüncü sanayi devrimi nüfus ve eğitim yapısı sorunlu bizim gibi ülkeler için büyük riskler taşıyor. Bu konuda ulusal bir politikamızın olduğu söylenemez. Ama şimdiden özellikle büyük şirketlerimizde, örgütsel yeteneklerini geliştirmek için, geleceğe yönelik olarak  işe alım, geliştirme ve yönetim stratejilerinin dördüncü sanayi devriminin gereksinimleri çerçevesinde gözden geçirilmesi, bu kuruluşlarımızın gelecekteki başarılarında belirleyici olacaktır. Bu süreçte insan kaynaklarının rolü, teknolojik ilerlemeye paralel olarak, iş gücünün belirsizliklere hitap edecek şekilde donatılmasını sağlamak ve çalışanların teknoloji kullanımı ile ilgili yeteneklerini geliştirmek olmalıdır.

Önceliğimiz insan olmadan nasıl olacak?

IMG_1048Teknolojik açıdan gelişmiş ülkeler arasında bir yarış başladı, dijitalleşme ve insansız üretim yarışı. (Buna kendileri Dördüncü Sanayi Devrimi adını vermişler) Bu yarışı zengin, çok eğitimli bir nüfusa sahip Almanya 2013’te başlattı. Almanya’nın bir sorunu, bir de rahatsızlığı var. Sorunu nüfusunun yaşlanıyor olması, diğer sorunu ise işçilik maliyetleri nedeniyle üretimde Çin’e aşırı bağımlı hale gelmesi. Bu sorunlarla baş edebilmek için stratejik bir hamle yaptılar, 4.sanayi devrimini başlattılar. Amaçları üretim sürecinden insanı çıkarmak. Bu devrime devletin desteğini (200 milyar Euro) alarak, teknoloji şirketleri, üniversiteler ve araştırma kuruluşları öncülük ettiler. Almanlar birçok sanayi dalında Dünya lideri, ihracatta Dünya üçüncüsü, 2016 sonunda verdikleri dış ticaret fazlası yaklaşık 270 milyar dolar. Almanya tüketim yerine ihracatı teşvik ediyor. Bu sonuçları eğitimli nüfus ve disiplinli iş kültürü sayesinde alıyorlar.

Katıldığım toplantılarda şirketlerimizin dijitalleşme yolundaki çalışmalarını izliyorum. Bazı şirketlerimiz fabrikalarında 4.sanayi devrimine uygun dönüşümü gerçekleştirdiklerini ve daha az işçiyle daha verimli bir üretim yapısına kavuştuklarını duyuruyorlar. Tabii bu yatırımların çok büyük bir kısmı ithal (yani Türkiye’de üretilmeyen) malzemeyle yapılıyor. Şimdi her şeyi dışarıdan satın alınan malzemeyle fabrikalarımızı dijitalleştirince 4.sanayi devrimine uyum sağlamış mı oluyoruz? Zaten 200 senedir yaptığımız bu değil mi? 1.de 2. de ve 3.sanayi devriminde bunu yapmadık mı? Bu sayede dış ticaret açığımız 60 milyar dolara, toplam brüt dış borcumuzda 450 milyar dolara ulaşmadı mı? Peki, hep aynı kapıdan geçerek farklı bir sonuç nasıl alacağız?

Danışmanlık firması McKinsey’in yaptığı bir araştırmada dijitalleşmeden önümüzdeki dönemde iyimser bir rakamla 400 milyon çalışanın etkileneceğini ve bu insanların yeni alanlara aktarılacakları vurgulanıyor. Gelişmiş ülkelerde bu durumun çok sorun olmayacağı, çünkü bu insanların verilecek beceri geliştirme eğitimleri ile yeni sektörlere yönlendirilecekleri ayrıca belirtilmiş. Eğitim her şeyden önce bir kaynak meselesi. Kaynağınız yoksa nasıl eğitim vereceksiniz? Kaldı ki Türkiye’de bu süreçte etkilenecek çalışan sayısı 4 ila 5 milyon kişi olarak tahmin edilmiş. Beceri durumuna gelince Dünya Ekonomik forumunun bir araştırmasında (Manpower Talent Shortage Survey)  Türkiye beceri yetersizliği sıralamasında yukarıdan dördüncü sırada. İşletmelerin %63’ü yeterli beceri setine sahip eleman bulmakta zorlanıyorlarmış. (Kaynak: Statista) Demek ki bizim çalışanlarımıza beceri kazandırabilmek için bizim daha fazla kaynak ayırabilmemiz lazım. Aşağıdaki gerçeklerin ışığında tekstilde çıkrıkları çalıştıran adamlara nasıl motor ürettireceksiniz?

  • Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) “2016 Tek Bakışta Eğitim” adlı yıllık raporunda, Türkiye, 38 OECD üyesi ülke arasında 35. sırada yer alıyor.
  • Uluslararası PISA testi sonuçlarına göre, Türkiye’deki öğrenciler bilim, matematik ve okumada OECD ortalamasının altında kaldı. Türkiye 72 ülke arasında 50. sırada yer alırken, önceki testlere göre de performansı geriledi.
  • Türkiye’de 25-64 yaş arası lise mezunlarının oranı ise, yüzde 36. Bu oran, yüzde 76’ya ulaşan OECD ortalamasının oldukça gerisinde ve en düşük sıralamalardan biri.

Bilgisayarlar daha önce insanlar tarafından yapılan işleri yaparken ve her geçen gün daha akıllı ve daha yetenekli hale dönüşürken, çalışanların kendilerine makineler üzerinde avantaj sağlayabilmeleri için, eleştirel düşünme, yaratıcılık ve karmaşık problemlerin çözümü gibi makineleri zorlayan beceriler geliştirmeleri gerekecek. Mesleklerin geleceği (The Future of Jobs) başlıklı raporda 2020’ ye kadar bugünkü iş gücü için önemli sayıların becerilerin üçte biri önemsiz hale gelecekmiş. (örneğin kaynakçılık) Rapor son bölümünde beceri eksikliği ile mücadele etmeye yardımcı olmak ve işçileri teknolojik değişimin gerektirdiği becerilerle donatmak için özel sektör liderleri ve hükumetleri gelecekteki iş gücünün becerilerini geliştirmeye proaktif bir yaklaşımda bulunmaya çağırıyor.

Şimdi çok merak ediyorum bu araştırmaların yapılması bizde sendikaların, işveren örgütlerinin ve Çalışma Bakanlığının görevi. Şu soruların cevabı var mı? Bizde fabrikalarını dijitalleştiren firmalar işçilerine ne gibi yeni beceriler kazandırıyorlar? Ülkede zaten bir istihdam sorunu yaşanırken Sanayi ve Çalışma Bakanlıkları bu şekilde işsiz kalacak vasıfsız insanlar için ne gibi önlem almayı düşünüyorlar? Ekonomi Bakanlığı Türkiye için bir 4.Sanayi Devrimi dönüşüm stratejisi üzerinde çalışıyor mu?

Şimdi dönüp penceremden etrafa bakıyorum; Gördüğüm önceliğimiz beton, beton ve beton. Peki, biz insanımıza ne zaman öncelik vermeyi düşünüyoruz?